fotoğraf

Portrait-Canvas-Oil-Painting-Mediterranean-Style-Cute-Girl-And-Cut-Boy-special-mediterranean-style-PO1010.jpg_200x200

Bir süredir eski fotoğraflarıma ve şimdikilere baktığımda anlamlandıramadığım ve fiziksel değişikliklerle de açıklayamadığım yolunda olmayan bir şeyler hissediyorum. Hatta sadece benim değil başkalarının bazı fotoğraflarında da bakınca bunu hissedebiliyorum… Yüzüme, yüzlerine bakıyorum, saçlara, gülüşlere, ama hiçbir değişiklikle açığa kavuşturamıyorum bu soruyu…

Ta ki bir iş adamının tecrübelerinin de yer aldığı bir kitabında, klişe bir başlık altındaki bir bölümde birden aydınlanana kadar. Çok basit diyor, gözlerine ve yüzüne bakıyorsun ve bazılarının gözünün içinde bir pırıltı görüyorsun. Bazılarının ise ışığının söndüğünü görüyorsun. Herkesin gözünde ışık vardır, ama bazılarında sönmüştür, bazılarında da hala parlar diye devam ediyor. Işığı sönmüş insan kendinden vazgeçmiş insandır. Kendinden geçmiş insanın da kimseye faydası olmaz diye bitiriyor paragrafı iş bakışıyla…

O anlamlandıramadığım fotoğraflara tekrar bakıyorum bir umutla… Büyük bir şaşkınlık ve sevinçle “Haklı” diyorum. Düşünüyorum, o anlarda olmaya çalışıyorum… Bir zamanların heyecanını, umudunu, mutluluğunu tekrar hissediyorum o minicik ışıltılarda, “haklı” diyorum yeniden. Sadece ben miyim diye soruyorum kendime, aklıma takılan, başkalarının fotoğraflarına da bakıyorum hemen… Başkalarının da gözlerindeki o minicik pırıltılarda cevabımı buluyorum…
Bir aydınlanma içimde, minicik bir ışık nasıl da değiştiriyor koskoca bütünü…

umut

Umut_Gül   Tüm köy toplanmış meydanda, kazan kazan yemekler hazırlanmış, davullar zurnalar çalıyor. Bir düğün var bugün,    benim düğünüm. Köyün en güzel kızıyla evleniyorum bugün. Buruk bir mutlulukla Hatice’min bembeyaz duvağını açıyorum ve alnından öpüyorum.

Yıllar önceydi. Annem, benden üç yaş küçük kardeşim doğarken ölmüş. Ben annemi hatırlamıyorum bile. Ablam vardı bize annelik yapan, o da benden on iki yaş büyüktü. Kardeşim Umut da ben de çok severdik ablamızı, herkesten kıskanırdık onu, kardeş olarak birbirimizden bile. Ablam kardeşimi daha başka severdi, onu her şeyden korurdu, ufacık bir sıyrığında, kanamasında bile günlerce ağlardı. Çok kıskanırdım bazen onu. Babam çalışmak için şehir dışına çıkar çok uzun zaman gelmezdi. Ablam böyle zamanlarda bir de babalık yapardı bize. Tüm köy halkı severdi bizi, korur, kollarlardı.

İlkokul son sınıftaydım. O zamanlar akranlarımızla beraber köy abilerini gizlice dinlemek yeni eğlencemiz olmuştu. Akşamları genellikle derenin kenarına toplaşırlar, sevdikleri kızları uzun uzun anlatırlardı. Bizler de bir çalının arkasında merakla onları seyrederdik. Sonrasında onları canlandırma şeklinde oyuna dönerdi eğlencemiz. Yine köyün delikanlı abilerini gizlice dinlediğimiz bir gün, Ahmet Abi, yeni sevdiği bir kızdan bahsetti. Ne kadar güzel olduğunu, gözlerini, saçlarını, dudaklarını anlattı. Sonra birden ablamın adı çıkıverdi ağzından. Ablamın adını anlattı tüm akşam ve gülleri sevdiğini yineledi birkaç kez. Ablamı sevdiğini söyledi defalarca ve evlenmek istediğini. Arkadaşlarım kıkır kıkır gülerken ben dondum kaldım. Ablam… Ablam benimdi… Kimseye veremezdim onu… Ben Ahmet Abi’yim hadi sen Sibel Abla ol dediklerinde arkadaşlarım ben sadece ağlıyordum… Ve ağlaya ağlaya evin yolunu tuttum. Yatana kadar hiçbir şey konuşmadım, sadece ablamı seyrettim özlemle…

O zamanlar Umut’la aynı döşekte yatardık. Yataktaydık beraber. Başımı yorganın altına koydum hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım, Umut’un minicik parmaklarını yüzümde hissettim ve söyleyebildiğim tek şey ablam evlenecekmiş demek oldu. Umut’la sımsıkı sarılarak uyuyakalmışız. Ertesi sabah babam tembihledi iyice bizi, yaramazlık yapmayalım, ortalıklarda dolanmayalım diye. Akşam misafirlerimiz varmış. Ahmet Abi gelecekmiş ailesiyle. O akşam Umut’la birlikte gizlice Ahmet Abileri seyrettik. Kapıdan önce babası sonra annesi girdi, en sonda Ahmet Abi girdi elinde bir demet kırmızı gülle. Konuşuldu, kahveler içildi, Allah’ın emri Peygamber’in kavliyle ablam Sibel verildi… Babam Ahmet abileri uğurlarken, ablam gülleri kendi odasına götürdü. Gece boyunca onları seyretti, öptü, kokladı… Ablamın gülleri bu kadar sevdiğini o gün gördük kardeşimle… Sonraki günlerde ise bizim evde bir düğün telaşı başladı, tüm köy seferber oldu. Bir ay düğün hazırlıklarıyla geçti. Bizler yine arkadaşlarla gizli gizli dere kenarında köy abilerini dinledik. Bazen Ahmet Abi de geliyordu, Sibel Abla’mı anlatıyordu, yine gülleri ne kadar çok sevdiğini söylüyordu…

Mayıs ayının sonlarıydı. Düğüne günler kalmıştı. Ablam her gün, Ahmet Abi’nin getirdiği gülleri seviyor, hayranlıkla seyrediyordu. Kardeşimle farkına vardık ki, ablam gülleri seviyordu, Ahmet Abi’yi değil. Öyleyse biz de düğünden önce ona en güzel gülleri getirirsek ablam bizim güllerimizi daha çok sever ve onunla evlenmezdi. Bir karar aldık. Düğün günü için en güzel gülü götürecektik ablama. İlk gün birlikte en güzel gülleri aramaya başlamıştık. Sonra ikimiz arasında da bir yarış başladı ve sonraki günler birbirimizi de rakip görmeye başladık. İkimiz de ablamı, kimseyle paylaşamayacak kadar çok seviyorduk.

Düğün Pazar günü olacaktı. Cumartesi günü Umut’la ikimiz en güzel gülleri bulmak için köyden uzaklaştık, ormanlara gittik, tepelere çıktık. Akşam yatarken ikimiz de güllerimize uzun uzun baktık ve üzerlerine kimse görmesin diye birer bez örttük. Uyumuşuz. Sabah uyandığımda Umut yoktu yanımda. Sabah ezanla birlikte uyanmış en güzel gülleri, en kırmızı gülleri aramaya gitmiş. O gün ben biraz daha gül aradım, en güzellerinden birkaç tane daha topladım ve güllerimin arasına ekledim. Sonra arkadaşlarımla köyde düğün hazırlıklarına katıldık. Düğün başlayana kadar kardeşimi hiç görmedim. Hava kararırken ablam ve babam da ortalıklarda olmadığını fark ettiler. Davullar, zurnalar çalıyorken, ben ve birkaç arkadaşım sessizce kardeşimi etrafta aramaya başladık, ama görünürlerde Umut’umuz yoktu. Düğün coşkusu devam ederken ablamın yüzünden tedirgin bir sevinç okunuyordu. Düğün coşkusunun nispeten sakinleştiği bir an bir “Ablaaa!” sesiyle irkildik. Hepimiz sesin geldiği yöne baktık. Umut’un sesiydi bu. Elinde koskocaman bir demet kırmızı gülle gücü tükenmiş bir şekilde bize yaklaşıyordu. Kalabalığın içine zar zor girdi, beyaz gömleği kan lekesiyle renklenmişti. Yüzünden, ellerinden, kollarından, bacaklarından kanlar sızıyordu. Yürüdüğü yerlerde ayak izi kan iziyle şekilleniyordu. Terliğinde kan birikmişti. Ablamın yanına kadar zar zor geldi ve gülleri verir vermez yere yığıldı. Ablam bir çığlıkla hemen kucağına aldı. Umut’un dudaklarından en son “En güzel güller benimkiler… Ablam…” sözleri döküldü. Düğün kırmızı güllerle, kırmızı kanla ve kırmızı kuşakla bölündü… Hemen muhtarın arabasıyla şehre gitti Umut, ablam ve babam. Tüm köy sessizce dönüşlerini bekledik. Hastaymış, hemefil miymiş neymiş ya dediler… O zaman öğrendim Umut’un hastalığını, ablamın Umut’a düşkünlüğünü, onu her şeyden koruduğunu… Pazartesi günü akşam döndü ablam kanlı beyaz gelinliğiyle, kucağında Umut’la, arkasında umutla…

Hatice’min bembeyaz gelinliğine bakıyorum önce, sonra da kırmızı kuşağına…

sokak lambası


Image

Loş bir oda, soğuk, tozlu… Bir saat duvarda, ömrün azaldığını fısıldıyor yavaş yavaş, sessizliğin içinde, sessizliğe inat.

Buğulu camın ardında bir sokak lambasının sarı, titrek ışığı aydınlatıyor dağınık düşen kar tanelerini. Esen rüzgara esir düşmüş kar tanelerine bakıyorum uzun uzun. İçim ürperiyor, üşüyorum, korkuyorum. Her yer karanlık, sokakta kimsecikler yok, sadece pencerenin önündeki sokak lambası ve düşen karlar. Karanlıktaki bu lambanın benim için ne kadar anlam ve anı yüklü olduğunu hatırlıyorum, içim üşüyor… Pencerenin koluna uzanıyorum, yavaşça çeviriyorum. Bir soğuk tüm vücudumu yalıyor. Yakamı açıyorum, iliklerime kadar üşümek istiyorum bugün. Öylece, hareketsizce bekliyorum, esen rüzgarı ve tenime değer değmez eriyen kar tanelerini hissediyorum. Sonra tüm loş ışıklardaki yalnızlıklarım geliyor aklıma, sessizliğin fısıltılarını anımsıyorum.  Sokak lambalarının umutlarını, gülümsetişlerini hatırlıyorum. Hep gülümsetmiştir, düşündürmüştür beni sokak lambaları.  Çoğu kez insan hayatına benzetirim bu sarı ışık halkasını. Bir sürü hayat vardır dünyada, her biri sadece kendi çevresinde olan biteni bilir, görür. Bir sürü hayat vardır, diğer hayatları gören. Sokak lambasının ışığında belirir bir sürü kar tanesi, tıpkı insanlar gibi. Bazıları esen rüzgarla bir aşağı, bir yukarı, sağa, sola sürüklenirken, bazıları aceleyle giriyor ve çıkıyor hayatımdan. Bazılarını hiç tanımıyorum bile… Benim küçücük dünyamda benim gözümle aydınlanıyorlar ve gidiyorlar…

Başka hayatları düşünüyorum, olmayı istediğim ve olmayı istemediğim… Olduğum ve olmadığım… Pişmanlıklarım… Mutluluklarım… Kar tanelerini düşünüyorum, tenimde eriyen, içimi üşüten… Bugün ay yok gökyüzünde… Bugün kendi hayatımın ışığında, kendi dünyamın karanlığındayım…

Pencereden ayrılıyorum. Perdeyi açıyorum tamamen. Oda biraz aydınlanıyor. Işık giriyor, soğuk giriyor odama. Bir sandalye çekiyorum pencerenin yanına ve oturuyorum yavaşça.  Rüzgarın uğultusunu hissediyorum içimde.  Elime kitaplıkta duran ve tozlanmış bir fotoğraf çerçevesini alıyorum. Gözyaşlarımla siliyorum. Parmaklarımı gezdiriyorum üzerinde. Okşuyorum, öpüyorum, içim üşüye üşüye. Neden bıraktın diyorum, mutlu musun benden uzaklarda merak ediyorum. Sokak lambasına bakıyorum bir daha. Kar taneleri uçuşmuyor artık. Kendi dünyasında aydınlanıyor yalnız başına… Susuyorum uzun uzun…

Susuyorum…

Sokak lambası sönsün, duvar saati dursun artık…  Beni de al yanına…

üşüyorum, çok üşüyorum

Görsel

Üşüyorum, çok üşüyorum, açın üzerimi,

Boğazımda bir şeyler düğümlendi, konuşamıyorum.
Hep o an aklımda,
Hep o bakışın,
Nasıl da içimi ısıtırdı,
Hep bana bak isterdim,
Parlardı gözlerin, ufkum parlardı gözlerinle birlikte.
Sen anlatırdın, ben öylece bakardım
Belki seni dinlerdim, aslında sen öyle bilirdin,
Ama ben hayallerimi dinlerdim gözlerinin ışıltısında,
Kalbime inen sıcaklığınla kavrulurdum, yine sen bilmezdin
Belki de bilirdin kim bilir,
Kim bilir…

Aslında sen anlatmazdın biliyor musun?
Ben anlardım seni sadece,
Bir sen vardın bende
Belki senden bile daha yakındı bana
Yine sen bilmezdin seni,
Anlamazdın benden daha iyi seni,

Birgün kayboldum senliğinde,
Baktım sen de kaybolmuştun senliğinde, kendi boşluğunda,
Birgün baktım gözlerin gözlerimden uzaklaştı,
Oysaki daha yakınken bana
Kalbimin ışıltısını göremedim gözlerinde
Ağladım ağladım kayboldum kendi belirsizliğimde
Yaşamadığımız yaşadıklarımızda kayboldum
Yitirdim seni, beni, bizi
Yitirdik kendimizi…

*** *** ***

Üşüyorum çok üşüyorum,

Yaşamadan yaşamaya çalışırken hüzünlü bir kalpti karşıma çıkan
Ruhu yorulmuş, sevgisi zedelenmiş…
Sen hüzün yüklüyken ben kendi boşluğumdaydım
Sadece debeleniyordum, biraz da üşüyordum,
Sen hep anlatırdın, ben dinlerdim, boş boş dinlerdim
Öylece bakardım sana…
Birgün kendi boşluğumda bir ışık beliriverdi
Her bakmamda gözlerine
Bir ışık indi yüreğime,
Hayallerime dokundu,
Hayallerim oldun, ama sen bilmezdin ki
Her konuşman beni bana yaşatsa da sen bilmezdin
Ben sessizdim belki, ya da sessiz kalmayı yeğlemiştim
Ama yine bilmezdin ki senin hakkında düşündüklerim aslında senin benim hakkımda düşündüklerindi…

Birgün senin dünyana girecek kadar mükemmel olmadığımı anladım
Ağladım ağladım sensizliğe, hayallerime, yaşamadığız yaşadıklarımıza
Kayboldum kendi boşluğumda…
Şimdi bir bakış istiyorum senden, bir de seni…

Yol

Passenger

Bazen o kadar çok yazmak istiyorum ki. O an elime kağıt kalem verseler, ne kalem yeter kafamdakileri, kalbimdekileri aktarmaya ne de kağıt. O kadar çok birikiyor ki, bazen yolda, bazen bir çocuğun bakışında, bazen bir gözyaşında, bazen bir yıldızda, bazen mavide, yeşilde, gride, bazen bir melodide, bir tabloda ya da bir güvercinin, kedinin gözlerinde. O zaman susuyorum. O anı yaşamak istiyorum kendimle ve onunla. En çok da kendimle.
En çok yollar dolduruyor beni. Çocuklarıyla, karanlık yıldızlarıyla, dumanlı dağıyla, bilinmezleri saklayan sisiyle, maviyle, yeşiliyle, en çok da grisiyle… Bir yol, bir ucundan bir ucuna; beklenen ve bekleyen… En uzun özlemlere gebe… Biraz ayrılık biraz kavuşma… Biraz hayal biraz gerçek…
Otobüsün penceresinden bakarsın, için garip bir duyguyla dolar. Her hücrende hissedersin bu karışık duyguları. Ayrılırken aslında kavuşmaya gidersin bir yandan. Kendi sesinle, kendi benliğinle başbaşa kalırsın. Aklındaki soru işaretleri her sokak lambasından açığa vurur kendilerini. Saklamaya susturmaya çalışırsın ama nafile…
Bir çocuk, babasının elini sıkı sıkı tutar gecenin karanlığında. O zaman bir anda babanın elini minicik ellerinde bulursun, diğer elinde minik bir çikolata, en sevdiğinden. Annenin yanına giderken, bir de küçük kardeşine aldığın çikolatayı hissedersin parmaklarının arasında. Bir sokak lambası gelir, ellerin bomboş, baban uzaklarda…
Yanında hiç tanımadığın kız ağlıyor, sessizce… Ayrılıyor, kavuşmak için yola çıkmasına rağmen. Birer damla gözlerinden iniyor. Yakıyor tenini, acıtıyor yüreğini… İçindeki yangını hatırlıyorsun. Kimseye söyleyemediğin yangını. O zaman da hissettiğin keşkeleri bir an tüm benliğinle tekrar hissediyorsun. İçin acıyor ve birer damla yaş tenini yakarak iniyor, bir gride buluşuyor. Bir gri, bir yol gibi, ne siyah ne beyaz, ne başlangıç ne bitiş, bir yol gibi, öylesine arada, öylesine belirsiz…

ıslak istiklal

Islak istiklal

Dün gibi…

Korkuyordum… Karanlıktı. Bir başınaydım. Kendimden çok farklı kişilerle birlikteydim. Birbirinden farklı yüzlerce insan akın akın caddeyi sağlı sollu dolduruyordu…
Korkuyordum… Işıltılı tabelalar, yanıp söndükçe camekanların üstünde, benliğimi ürpertiyordu. İçimde bir mutluluk vardı, içimde bir huzursuzluk vardı. Yaramazlık yapan bir çocuk gibi sanki…
Korkuyordum… Renkli renkli mağazalar, dükkanlar, barlar içine çağırıyordu bizi. Dokunduğum her şey, benliğimi ürpertiyordu. İstemek ve isteyememek, yaramazlık gibi işte…
Korkuyordum… Bir dönemlik iç sorgu, kararsızlık, bilinmezlik… Akışa, ışıklara ve renklere bırakmak bedenimi ve ruhumu… Derken o İstiklal’in dün de bugün de hala çalan ezgisi: “Gülümcan”.

Gülümcan… Yeni bir başlangıçta eskilerden tanıdık bir ezgi… Bugün, yine, burada… Tıpkı o gün gibi… Yeni bir başlangıç için belki eskilerden tanıdık bir ezgi…

İstiklal bugün de ıslak. Ruhumun derinliklerinde yer edinmiş sesiyle tramvay geliyor önümden. Kafamı kaldırıyorum yukarı, ışıklı levhalar, tabelalar… İstiklal’in karanlığını deliyor; binlerce yıldızı oluyor, ayı oluyor İstiklal’in. Bir an duruyorum, giden tramvayın arkasından bakakalıyorum öylece… Uzaklaşıyor, arkasını ise birbirinden farklı onlarca insan dolduruyor, tramvay kayboluyor…

İstiklal’de karanlık olmuş, ıslak ve kalabalık karanlık… Benden başka herkes mutlu, anılarım da. Ben karanlığı severim oysaki tıpkı yağmuru sevdiğim gibi, tıpkı İstiklal’i sevdiğim gibi… Ama kalabalığı sevemedim hiç. En çok da kalabalıklarda yalnız hissettim kendimi. En çok kalabalıklarda yabancı oldum kendime. En çok kalabalıklarda sorguladım, beni, tüm benliğimi ve tüm hayatımı…

İstiklal üzerime üzerime geliyor bugün… Başım dönüyor. Pişmanlıklarım arasında kayboluyorum. İnsanların ve ışıkların arasında kayboluyorum. Kendimden de uzaklaşıyorum sanki. Kafamda bir ağırlık, arttıkça artıyor. Ayaklarım, bacaklarım karşı koyamaz oluyor bu basınca. Sendeliyorum. Yanımdan geçen farklı bir insanın omzuma çarpmasıyla kendime geliyorum. “Neden” diyorum bir an, gözlerim ıslanıyor karanlıkta. Bir damla yaş düşüyor gözlerimi kapattığımda, İstiklal ıslanıyor kendi karanlığında. Her yer su oluyor, ayaklarım bileklerime kadar ıslanıyor, boğuluyorum. Yürümeye çalışıyorum ıslak İstiklal’e rağmen.” Neden” diyorum bir an, “Neden yaptım?”, “Neden yapmadım?”, “Neden yapamadım?”. “Keşke birkaç saat öncesinde olsaydım” diyorum bir an…

Metroya kadar nedenlerim arasında kayboluyorum. Dilimin döndüğü tek ifade “neden” oluyor. Gerisini ne telaffuz edebiliyorum, ne düşünebiliyorum. “Sarı çizgiyi geçmeyiniz” yazıyor ayaklarımın altında. Önüm boşluk; yanım, arkamsa birbirinden farklı yüzlerce insan… Çok yalnızım… “Sarı çizgiyi geçmeyiniz” yazıyor, bense karanlık çizgilerim arasında kayboluyorum, renk renk ışıklarım hızlıca dönüyor karanlığımın içinde. Başım dönüyor. Tramvayın tersine hızlı geliyor metro, ruhumun derinliklerinde yer edinmiş sesiyle ve rüzgarıyla geliyor. Benden uzaklaşan beni salıveriyorum öndeki boşluğa.

Arkamdaki kalabalığa bakmak istiyorum, olmuyor. “Lütfen tutun elimden!” diye bağırıyorum, ama sadece kendim duyuyorum. Bir umut… Uzun bir an… “Keşke birkaç saat öncesinde olsaydım” diyorum bir an…